15 Kasım 2012 Perşembe





                27 MAYIS İHTİLÂL Mİ, DARBE Mİ?
Ülkemizde “okumadan fikir sahibi olmak” çok yaygın. Ön yargıların esiri olan bir toplum daima ucuz, emeksiz bilgi peşinde koşar. Tarihi gerçekleri, hem de yakın tarihi gerçekleri okuyup, değerlendirmek için ne tarihçi olmayı gerektirir, ne de üniversite mezunu olmayı.

27 Mayıs’ın ruhunu anlamak için,  Demokrat Parti dönemini ve yaptıklarını iyi irdelemek gerekir. İkinci Dünya Savaşı bitiminde, Türkiye’de erken de olsa  tek parti dönemi kapatılmış, çok partili döneme geçilmiştir. Her ne kadar otuzlu yıllarda Atatürk’ün talimatıyla denendiyse de, toplum daha buna hazır olmadığından, kısa bir süre sonra parti kendini fesetti.

Savaş sonrası Avrupa’da coğrafyalar değişmiştir. Savaş yüzünden Türkiye’de de on yıla yakın yatırımlar durmuş, savaş olasılığı yüzünden zorunlu stoklar yapılmış. İsmet İnönü dehasıyla ülke savaşa sokulmamış, acılar yaşanmamış ama, halk sıkıntılar çekmiştir.

Demokrat Parti seçimlerde tek başına iktidar olunca, siyaseten ülkeyi ikiye bölecek faaliyetlerde bulunmuş. Öyle ki, Vatan Cephesi  kurdurarak, ocaklar, bucaklarla kamplaşmaları köylere, mahallelere ve evlere sokmuştur.

O dönem İlkokula giden bir çocuktum. Evimizde radyo olduğundan ve memur olan babam haberleri kaçırmadığından, ben de dinlerdim. Belleğime bir nevi kazındığı için unutmamışım.

Rekabet değil de, bir düşmanlık düzeyine getirilen siyaset, siyasetçilerin yetersizliğini gösteriyordu.

Merhum Adnan Menderes’in söylemlerini radyodan kulaklarımla duymuştum. Halka hitap ederken, “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz.” Başka bir konuşmasında, “İstesem odun bile seçtirir, meclise sokarım” sözleri toplumun değeryargılarıyla çelişiyor ve olay noktasında şımarıklığa yol açıyordu. Siyasilerin ne oldum havasına kapılarak, ülkeyi kamplaştırıcı ve ayrıştırıcı siyaset yaparak, zarar verdiklerinin bilincinde değillerdi. Beklenen olgunluk gösterilseydi, ne ihtilâl olurdu, ne de darbeler.

Astığı astık, kestiği kestik zihniyetinden vazgeçmeyen Demokrat Parti iktidarı giderek ülkede gerginlik ve huzursuzluk yaratıyordu. Atatürk’ün devrimlerine uyulmuyor, tam bağımsızlık yolundan sapılıyor ve ülke kaosa sürükleniyordu. Muhalif olan gazeteciler içeri tıkılıyor, muhalif siyasetçilere iftiralar atılıyor, ülke Amerikan Emperyalizminin kucağına  oturtuluyordu. Beş yıllık kalkınma planları kaldırılıyor, “bize plan değil, pilav lazım” deniyor, sanayide montaj dönemine geçiliyordu. Aydın kesim ve üniversite gençliği, ardından giderek yoksullaşan köylü huzursuz ve tedirgindi. Yer yer yapılan protestolar kanlı bastırılıyordu. Bu kötü gidiş ve tablo ister istemez orduya da yansıyordu. Ordu da yasalarla kendisine verilen bu görevi uygulamak zorunda kalıyordu.

Ben 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesini bir ihtilâl olarak değerlendiriyorum. Bir nevi cumhuriyeti koruma refleksiydi.Halkın büyük bir çoğunluğu artık kötü gidişin farkına varmıştı. Siyasiler de çekişmeyi  kin ve nefret boyutuna taşımıştı. Birilerin bu kötü gidişe dur demesi gerekirdi. Gençlik, köylü ve asker el ele gibiydi. Kan dökülmedi, iyi bir anayasa yapıldı. Topluma geniş anayasal özgürlükler verildi. Bu sayede ilerlemeler sağlandı. Eğer bu bir darbe olmuş olsaydı, komşumuz Yunanistan’da ve İspanya’da olduğu gibi asker uzun yıllar iktidarda kalırdı. Bu yapılmadan, ordu kısa sürede kışlasına çekildi. Buraya kadar iyiydi.

Yapılan idamlar yanlıştı. İdamlar yapılmasaydı ve bu insanlar tekrar kısa sürede siyasete dönselerdi, eminim ki hatalarını anlayıp, demokrasiye hizmet edeceklerdi. Siyaset kan davasına dönüşmeden her şey kendi normal mecrasına otururdu ve sonraki askeri darbeler de yaşanmamış olurdu.

27 Mayıs ihtilâlinden sonraki darbeler rövanş ve öç alma darbeleriydi. Bir nevi  27 Mayıs’ın aksine solun önünü kesmek ve sosyalizme geçit vermemek içindi.  12 Mart 1971 Mıhtırasıyla sol kesime Amerika’nın desteğiyle büyük bir darbe vuruldu. Elini kana bulamamış üç üniversite öğrencisini bedel olarak haksız yere astılar. Bununla kalmayıp, binlerce insanı işkencelerden geçirip, zindanlarda çürüttüler. Yetmedi, akabinde on yıl sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle daha büyük acılar yaşatıldı ve “bu ülkeye boldur” dedikleri 1961 Anayasasını tamamen değiştirdiler. Haksız yere bir çok genç insan idam edildi. Öyle ki, yaşı küçük olan bir çocuğu sırf ibret olsun diye yaşı büyütülerek idam edildi. Topluma acılar yaşatıldı.   Neredeyse bir nesil yok edildi ve toplum depolitize edildi. Bu darbeyi yapan baş aktörlerden bazılar hâla hayattadırlar ve ne yazık ki kimse hesap soramamaktadır. Aslında oynanan oyun cumhuriyete karşı bir rövanş oyunuydu. Başardılar ve bugünlere kadar taşıdılar.

Bu tablo karşısında asker kendinde vesayet yetkisi gördü. Olur olmaz bahanelerle müdahalelere yeltendi. Siyasiler de bu tablo karşısında ortak irade gösterip, yasal düzenlemeleri yapmadılar, İç Hizmet Kanununu değiştirmediler. Tek başına iktidar olup, ellerine fırsat geçirenler de bundan nemalanıp, darbecilerden, yani darbe yapanlardan hesap sormadılar. Hatta siyasetlerini o zihniyetin siyaseti üzerine oturttular.

Bu tablo karşısında dış güçler de devreye girince ordu bir noktada şamar oğlanına dönüştürüldü. Darbeler ve anti darbeler birbirini kovaladı. Örneğin AKP iktidarı 2007 seçimlerine beş kala 28 Nisan e- muhtırasını dönemin Genel Kurmay Başkanına verdirterek, mağdur rolünü oynayarak, oylarını yükseltip, tekrar tek başına iktidar olmayı başarmıştır. Bu ara ordu yıpranmış, oyunlarına alet edilmiş umurlarında mıydı. Hızlarını alamadılar, orduyla, askerle oynamaya başladılar. Oyunlarına alet olmayan onurlu bazı askerlerle uğraşıp, çoğu sanal olarak hazırlanmış, henüz darbe hazırlığı olup olmadığı bilinmeyen Balyoz, Ergenekon ve benzeri senaryoları darbe olarak niteleyip, 4-5 yıldır yüzlerce asker, gazeteci, bilim adamı ve sivil, tutuklu sıfatıyla özgürlükleri adeta gasp edilip, linç edilmektedirler. Ne hikmetse o dönemin kuvvet komutanlarını himayelerine alıp, zırhlı araçlarla korumaktadırlar.

12 Eylül 1980 darbesinin  ürünü olan Devlet Güvenlik Mahkemelerinin devamı sayılan Özel Yetkili Mahkemeler tamamen siyasetin emrinde olup, 300- 400 duruşmalarla bir türlü sonuçlandırılmayıp, yılan hikâyesine çevrilerek ve buna göre de yeniden Anayasal değişiklikle dizayn edilen hukuk sistemi, içinden çıkılmaz bir hale getirilmiş, adalet kavramı zedelenerek büyük yaralar almıştır.

Demokrasi kin, intikam ve nefret duygularıyla gelişmez ve yerleşmez. Bireysel ve zümresel egoları tatmin yoluna sapılırsa demokrasiden uzaklaşılır. Gördüğüm kadarıyla şimdiye kadar sol partilerin dışında bu olgunluk sergilenmedi. Merkez sağda biraz emareleri görüldüyse de ses getirmedi. Tek başına iktidar olan sağ partiler toplumun inanç dokusunu ve laikliği istismar ederek, siyasete alet etmeyi başarmışlardır.

Mustafa Kemal öç ve intikam güdüsüyle hareket etmiş olsaydı, cumhuriyet bu günlere kadar ulaşamaz ve kurumlaşamazdı. Osmanlı Hükümeti Mustafa Kemal alehinde, işkal güçleriyle birlikte yapmadıkları entrika kalmamış ve hakkında idam kararı bile almışlardır. O ne yaptır, hanedan mensuplarının hiç birini ne hapse atmıştır, ne de astırmıştır. Kendi tercihleri doğrultusunda, yurt dışında yaşama olanakları verilmiştir. Aksi yapılmış olsaydı, on yıla varmadan saltanat ve hilafet geri gelirdi.

Daha Kurtuluş Savaşına başlamadan halkıyla bütünleşip, bir avuç beyin kadrosuyla, içerde hainlerle, dışarıda istilacı emperyalistlerle ölüm- kalım mücadelesi verip, kurtuluş ve istiklâl mücadelesini başarmış, bununla da kalmayıp, her dalda kalkınma ve ilerleme seferberliği içeren devrimler yapılmıştır.

Gelelim özel konumu olan, “Post modern darbe” olarak nitelenen 28 Şubat sürecine. O süreçten önce Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve bazı milletvekilleri ile bazı belediye başkanları yasaları ve laiklik ilkesini  çiğneyerek aleni şeriat söylemlerinde ve eylemlerinde bulunuyorlardı. Hatta Erbakan sivil darbe imalarında bulunarak, “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak. Olursa fıstık gibi olacak” gibi tahrik edici, toplumu huzursuz ve tedirgin edici demeçleri askeri teyakkuz durumuna geçiriyordu. Kaldı ki bu süreçte alınan kararlar, yasalar çerçevesinde Milli Güvenlik Kurulunun Hükümete tavsiye niteliğinde aldığı  kararlardır. Uygulamayı mevcut hükümet yapmıştır.

 Doğru Yol Partisi ve Refah Partisi Koalisyonun ikinci sürecinde, Erbakan Başbakan iken bazı tutum ve davranışları hem toplumda ve hem de orduda tedirginlik yaratıyordu. “Balans ayarı” tabir edilen sürecin başlaması, Sincan Belediye Başkanının eylemleri fitili ateşliyordu. Asker de kendince bir yol bulmuştu. Direk müdahale yerine, endirekt yöntemler kullanıyordu ve isteklerini tekrar siyasilere yaptırıyordu.

Aslında sol kesim, sosyalist kesim ne darbe istiyor, ne askeri müdahale istiyor, ne askeri vesayet istiyor, ne de sivil vesayet. İstedikleri tam bağımsızlık ve demokrasidir. Ne yazık ki sağ kesim, hele özellikle inançları siyasetle iç içe gören kesim hâla o olgunluğa ulaşmış değildir. Şimdilik askeri vesayet  yok gibi. Bu kötü gidiş devam ederse, ilerine neler olur bilemeyiz. Vesayetin birini kaldırırken, yerine kendi vesayetini daha acımasızca koyarsan, daha acımasız vesayetlere davetiye çıkarmış olacaksın. “İleri demokrasi” deyip, sadece kendi pencerenden bakarsan, ne demokrasi gelir, ne de vesayetler biter. Böyle kısır döngüler içinde ne sosyal gelişme sağlanır, ne de iktisadi gelişmeler.

Gelişmiş ülkelerde demokrasi kavramı o kadar çok gelişip, ilerlemiş ki,  oranları ne kadar düşük olursa olsun, en küçük bir azınlık veya en küçük bir kültürel farklılık olsun hakları asla ihlal edilmez. Bizde öyle mi. Yüzde kırk, kırk beş oranında oy alıp, tek başına iktidar olan bir parti kendini her şeyin mutlak hakimi görür. Yüzde elli ve daha fazla kesimi hiçe sayar. Hak gaspına ve ihlaline yol açar. Durum böyle olunca, öç alma ve intikam güdüleri bir türlü son bulmaz. Bu tablo karşısında demokrasiden, hukuktan ve ilerlemeden uzak olduğumuzu söylemeye dilim varmasa da gerçek maalesef bu noktada.

O halde bu gidişi tersine çevirmek, gelişim sürecini hızlandırmak için duyarlı ve bilinçli insanların çok çalışıp, çok emek harcamaları gerekiyor. Bunun için de bireysel hırslarımızdan, kişisel çıkarlarımızdan vazgeçip, durmaksızın çalışmalıyız. Bir nevi yeniden kurtuluş savaşına başlamalıyız.








YENİDEN MERHABA

1971 Yılından beri Yalovalıyım ve Yalova’da yaşıyorum. Emekli olduğum 1996 yılının Ocak ayına kadar Sağlık Kurumunda Sağlık Memuru olarak Yalovalılara
hizmet sundum. Özel olarak bu hizmetimi hâla sürdürüyorum.

Daha emekli olmadan mahalli gazetelerimize siyaset içermeyen yazılar yazardım. Emekli olduktan sonra YALOVA GAZETESİ’nde BAKIŞ isimli köşede bir süre yazılar yazdım. Bu isim bana ait olduğu için, tekrar aynı ismi kullanarak yazmak istiyorum. Ayrıca Ortaokul yıllarımdan beri şiir yazmaktayım. Nihayet ŞİİR KOKUSU isimli ilk kitabım bu yıl yayımlandı.

Kısaca kendimden bahsedecek olursam; bekâr geldiğim Yalova’dan evlendim. İki çocuk babasıyım ve yedi yaşına yakın bir torunum var. Emekli olur olmaz CHP ye üye oldum. Siyaseten olmasa da, mesleğimden ötürü Yalovalıların çoğu beni tanır. Geçtiğimiz dönem CHP den milletvekili aday adayı oldum. Amacım partime bir güç katmaktı ve hizmet etmekti. Her ne kadar bunu bazı şahsiyetler anlamasalar da, durum böyleydi. Çekişmelere ve husumete vardıranlar bile oldu. Oysa siyasette birlikte hareket etmek, güçleri bölmemek, çoğalmakla başarılar elde edilir. Yaşamımın hiçbir evresinde hiç kimseyi kıskanmadım, dürüst olmaya çalıştım. Çalışanları ve başarılıları takdir ettim. Ama haksızlığı hiçbir zaman haz etmedim. Doğru bildiğim mücadeleden de yılmadım.

Bu nedenle, bu sütunda yazacağım şeyler bunun birer kanıtı olacaktır. Yazacaklarım elbette ki her kesin hoşuna gitmez. Bunu beklemiyorum. Her kesin hoşuna gitsin diye de yazmayacağım. Öyle şerbetçi biri olmaya niyetim yok. Ama yazacaklarımı her ortamda savunur ve arkasında dururum. Doğruluğuna inanmadığım şeyleri de asla yazmam.

Tüm okuyucularıma sevgi ve saygılarımla.

14 Kasım 2012 Çarşamba



ÇİFTLİKKÖY’DE SAĞLIK REZALETİ

Semtlerde sağlık hizmeti veren Aile Hekimliği, Sağlık Bakanlığı ile hekimler arasında oluşan sözleşmeli yeni bir sağlık hizmeti birimidir. Bir veya birden fazla pratisyen veya uzman hekimlerin bir araya gelerek bulundukları bölgede çalışma standartlarına uygun bir yer kiralarlar.  Sağlık Bakanlığının onayı ile bu yerde topluma sağlık hizmeti sunarlar. Kira, elektrik, su ve benzeri giderler çalışan hekimlere aittir. Buraya kadarı genel tablo.

Gel gelelim Yalova Çiftlikköy’ünde bu durumla ilgili bir tablo hiç de böyle yansımıyor. Çiftlikköy Aile Sağlık Merkezi üç hekim ve üç hemşire ile çalışan bir sağlık birimidir. Bundan önceki yerleri Belediye karşısında, sahile inen cadde üzerinde bir binanın alt katındaydı.

Sağlık Müdürü Dr. Ali Taşdan aile menfaatlerini ön planda tutup, temsil ettiği makam dayatmaları ile bakın neler yapmış.

Önce eczacı olan damadı Yalçın Doğan’a “Yalçın Eczane”sini Çiftlikköy Sahil Mahallesi Meltem Caddesinde eczane açtırıyor. Buna bir itiraz yok. Eczane standartlara uygun ve ruhsatını almıştır. Ama, eczanenin karşısında bulunan 21 numaralı binanın altında bulunan iki dükkanı ki, söylentilere göre kendisine aitmiş, formalite icabı Samsun Bafra’da yaşayan damadının arkadaşı Yalçın Taşkıran’a devretmiştir. Ne hikmetse bu zatın kontrat ve kira sözleşmesini müdür bey hazırlatıyor ve bu aile hekimlerini müdürlüğe çağırarak,  baskı ile imzalattırıyor.

İki dükkân alel acele birleştiriliyor, Toplam 120 metre kare civarında olan mekân bölmeleri alçıpan panolarla bölünüyor. Labirent gibi oluşturulan mekân natamam olarak hekimlere teslim ediliyor ve Aile Hekimleri oraya taşınmak zorunda kalıyor. Bırakın yellenme sesini,  odadan odaya fısıltı bile rahatlıkla geçiyor. Bu durum karşısında doktoruna muayene olan bir hastanın mahramiyetini herkes duyuyor. Aylık kirası da iki bin TL dir. Oysa bu hekimler aranan vasıflara uygun, aylık kirası 750 TL olan bir yer bulmalarına rağmen, müdür beyin baskılarıyla damadının ve kızının eczanesinin karşısına taşınma mecburiyetinde bırakılıyorlar. Bu tablo yetmemiş, Çiftlikköy’ün tüm yazlık sakinleri buraya yönlendirilme mecburiyetinde bırakılmış.

Müdür Bey Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın hemşerisi, belki de bir yakını. Bir nevi dokunulmazlığı var. Hekimlik ve idarecilik dışında müdürümüz kim bilir daha ne işlerle meşgul. Ne diyelim, kolay gelsin müdür beye diyelim. Böyle olaylar insana organize işleri anımsatıyor her nedense. Tarikat, siyaset, ticaret üçgeni işleyince, bizim müdür de nemalanmak ister tabii ki.

Sağlık Bakanlığı dürüst, tarafsız bir müfettiş gönderirse, her şey ayna gibi ortaya çıkar, durum aydınlanmış olur. Bilmediğimiz başka olaylar varsa onlar da aydınlanmış olur. Bakarsınız biz haksız çıkarız, müdür bey haklı çıkar. O zaman biz de müdür beyden özür dileme erdemliğini gösteririz.




         ANKARA’DA GÜNEŞİ GÖRDÜM

         İktidarın panik yapıp, illerden 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için halkın Ankara’ya gidişini engelleme taktik ve önlemleri geri tepmiştir. Bir nevi AKP iktidarı ayağına kurşun sıkmıştır. Aslında durumu fark eden aklı başında bir çok AKP kurmayları bu durumu onaylamamalarına rağmen, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan çekindikleri için gıklarını çıkaramamışlardır. Ne de olsa adam diktatör. Her şeyin en iyisini o bildiği için kimin haddine itiraz etmek.
      Bu engellemelerden çekinen görevli ekipler, ikinci bir planları olmadığı için Ankara’ya otobüslerle gidiş organizasyonlarını iptal edip, kendi özel araçlarıyla gitmeyi önerdiler. Ankara’ya otobüslerle götürülme işini üstlenen Koruköy Belediyesi yan çizdi ve toplanan altmış civarında ki gönüllülerin yarısı evlerine dönmek zorunda kaldı. Kalan otuz kişi de beş özel araçlarıyla yola koyuldular.
     Sanıldığı kadar ciddi bir engellenme yoktu. Sadece Ankara yakınlarında jandarma tarafından otobüsler çevrilerek, evrak ve araç gereç kontrolleri yapılmış. Sabah şafakla Ankara’ya vardığımızda caddeler bomboştu ve çoğu Ankaralılar uykularındaydılar. Ulus meydanına vardığımızda meydan bomboştu. Polis ekipleri ve mitingi organize eden ADD görevliler vardı. Alana ilk girme şerefi biz Yalova ekibine kısmet oldu. Ulus heykelinin önünde yerimizi aldık. Saat onu gösterirken alan daha dolmamıştı. Bir ara, eyvah dedim. İktidarın tehdit ve önlemler halkı caydırdı mı dedim. O andan sonra dört taraftan insanlar akın akın medyanı doldurdu ve caddelere doğru yayıldı. Saat on birde kalabalığın ucu bucağı görünmez oldu. 
      Polis ekipleri eski meclisin önündeki caddeyi barikatlarla ve kalkanlarla kapatmış, arka bölüme de su ve biber gazı püskürten panzerler yerleştirilmişlerdi. Kuş bile uçamazdı. Cumhuriyet Bayramımızı kutlamaya yakışmayan ürkütücü manzaralardı. Halk ellerinde Türk Bayraklarıyla, davullar ve zurnalar eşliğinde el ele, kol kola halaylar çekip, türküler söylüyordu. Tam bir şenlik ve panayır havasındaydı her şey. Başbakan tarafından söylenildiğinin aksine, ne bir parti bayrağı vardı, ne de illegal örgüt pankartı. Bazı sivil toplum örgütlerinin flamaları vardı. Belki de Cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk defa halk bu kadar coşku ve heyecanla kutlama yapıyordu. Sanırım biz bu coşkuyu AKP iktidarının diktatöryasına borçluyuz.  Bu kez halkın nasırına bastılar ve uyuyan devi uyandırdılar, üstündeki olu toprağı silkelediler.

      Saat on iki civarında polis gaz sıkmaya başladı ve daha sonra da tazyikli su sıkmaya başladılar. Bir çok noktadan gaz sıkılıyordu. Yüksek binaların üstünden ve havada uçuş yapan helikopterden bile gaz atılıyordu. Gaz yiyen vatandaşlar iktidara galiz küfürlerle cevap veriyordu. Sevindirici bir durum tespit ettim. Polislerin yüzde sekseni bu durumdan rahatsızdı. Ara sokaktaki barikat ekiplerinden gaz yiyen vatandaşa yardım ettiklerini gördüm. Yediğim gazın etkisiyle nefesim daralmış, gözlerim yaşarıyordu. Aslında tedbirliydim de, maske, limon, bez mendi ve su almıştım yanıma. Çöktüğüm yere sevecen bir polis memuru yaklaşıp, benimle ilgilendi ve sırtımı sıvazladı. Neredeyse kucaklayıp öpecekti.
       O mahşeri kalabalık görülmeye değerdi. Bu gibi durumlarda insan hayli duygulanıyor. Eski Meclis tarafındaki barikat bölgesinde adeta meydan savasını andıran polis saldırıları vardı. İnsanlar azimliydi ve Atasına gitmeye kararlıydı. Gençler de çok azimliydiler. Yılmadılar, saldırıları göğüsleyip, barikatları aştılar. Ne olduysa o aşamada oldu. Barikattaki polisler aniden çekildiler. İyi ki çekildiler, yoksa çok vahim olaylar olabilirdi. Kim bu tehlikeyi görüp, önlediyse sağ olsun. Bunun Başbakan olmadığını sonradan öğreniyoruz. Bu durum zaten ona da yakışmazdı.
      Yollar açıldı, halk akın akın yolara dökülüp, kilometrelerce yürüyerek Anıtkabire, Atalarına ulaştılar. Ben Ankara’da çok mitinglere katıldım. ilk defa bu kadar kalabalık ve coşkulusunu gördüm. Bir şey daha gördüm,  ANKARA’DA GÜNEŞİN YENİDEN DOĞDUĞUNU GÖRDÜM. Artık umutsuzluğa gerek olmadığını, ama işi daha sıkı tutup, yeni oyunları birlik ve beraberlik içinde omuz omuza olmamız gerektiğini elden bırakmadan, azimle mücadele vermeliyiz.
      Dönüş yolundayken aldığımız telefon haberiyle Yalova’daki yürüyüşün çok görkemli olduğunu öğrenmiş olduk. Bu da bizleri mutlu etti. Aynı tablo, iktidarın yaptıklarına tepki olarak Türkiye’nin her tarafında yaşanmış ve halk akın akın yürüyüşlere katılmış, Cumhuriyete sahip çıkmıştır. Bu sevindirici tablo karşısında, daha coşkulu Cumhuriyet Bayramlarına kavuşmak umuduyla diyorum ve bayramı kutluyorum.

KİŞİLER DEĞİL, SAĞLAM GÖRÜŞLÜ ÇOĞULCU ÖRGÜT

Kişilerin değil, görüşlerin güçlü olduğu örgütlü bir parti olmak zorundayız. Kişi güçlü olursa vesayet ve paralelinde biatcılık da gelişmiş olacaktır. Bu tablo da skolastik ve statükocu bir dar anlayışı meydana getirecektir. Bu anlayışı sürdüren bir parti büyümez, aksine erir.

Yalova CHP örgütü bu konuda bir milat yaşadı diyebilirim. Yıllardır çoğumuzun özlemini yaşadığı parti içi demokrasi nihayet ucunu gösterdi. Deniz Baykal’la yaşanan “….izim”cilik yol ve yöntem değildi, kaybetti. Bu anlayış hem partiye kan kaybettirdi, hem de ülkeye zarar verdi. Bu anlayış tamamen ortadan kalkmış da değildir ne yazık ki. Bu anlayışın etkisinde kalıp, kendini örgütün çok üstünde görerek siyaset yapanlar, artık bu yöntemle bir yere varılamayacağını anlamalılar. Az olsun benin olsun anlayışıyla değil, çok olsun hepimizin olsun demokratik anlayışla hareket edilmelidir. Aksi halde gün gelecek, o az olsun anlayışında olanlar silinip yok olacaklardır. Sürekli aynı vitrinle sergilenmek bıkkınlık  noktasında ilgi çekmeyecektir.

Bugün aldığım bir haber beni partimin geleceği adına çok sevindirdi ve umutlandırdı. Haksız ve sudan bahanelerle Yalova İl Başkanı adayı olan Orhan Koçal’ı disipline vermişlerdi. İl Disiplin Kurulu hangi gerekçelerle (etki, baskı var mı, yok mu tam bilemem) kınama cezası verdi, aklım ermedi. Nihayet Yüksek Disiplin Kurulu ki, onlarda aklı ermemiş olacak, bu cezayı onaylamadılar ve verilen cezayı kaldırdılar. Bu olumlu bir gelişme. İl Örgütü açısından ibretle ders alınacak bir olay. Talimatlarla hareket etmenin partiye ve örgüte bir şey kazandıramayacağını anlamalılar. Bu tür davranışların partiye zarar verdiğini ve vereceğini bilmeliler. Dilerim bu konuda ve bundan sonraki benzer konularda demokratik görüş ve anlayışlardan sapmadan, partilileri ötekileştirip, ayrıştırmadan hareket ederler.

Tekrar tekrar vurguluyorum, Cumhuriyet Halk Partisi vesayet ve biatla büyüyecek, çoğalacak bir parti değildir. Yerelde ve genelde iktidar olmamız için yelpazeyi geniş tutup, tüm toplum katmanlarıyla kucaklaşmamız gerekiyor. Buna kafası basmayan varsa lütfen köşesine çekilsin. Gücümüzü demokratik yollarla göstermeliyiz. Her durumda sandık yöntemini kullanıp, halka bu güçle gitmeliyiz. O zaman göreceksiniz, yüzde yirmi, yirmi beşlik bir oranla değil, yüzde kırk, kırk beşlik bir oranla çoğalıp, büyüyeceğiz.