27 MAYIS İHTİLÂL Mİ, DARBE Mİ?
Ülkemizde
“okumadan fikir sahibi olmak” çok yaygın. Ön yargıların esiri olan bir toplum
daima ucuz, emeksiz bilgi peşinde koşar. Tarihi gerçekleri, hem de yakın tarihi
gerçekleri okuyup, değerlendirmek için ne tarihçi olmayı gerektirir, ne de
üniversite mezunu olmayı.
27
Mayıs’ın ruhunu anlamak için, Demokrat
Parti dönemini ve yaptıklarını iyi irdelemek gerekir. İkinci Dünya Savaşı
bitiminde, Türkiye’de erken de olsa tek
parti dönemi kapatılmış, çok partili döneme geçilmiştir. Her ne kadar otuzlu
yıllarda Atatürk’ün talimatıyla denendiyse de, toplum daha buna hazır
olmadığından, kısa bir süre sonra parti kendini fesetti.
Savaş
sonrası Avrupa’da coğrafyalar değişmiştir. Savaş yüzünden Türkiye’de de on yıla
yakın yatırımlar durmuş, savaş olasılığı yüzünden zorunlu stoklar yapılmış.
İsmet İnönü dehasıyla ülke savaşa sokulmamış, acılar yaşanmamış ama, halk
sıkıntılar çekmiştir.
Demokrat
Parti seçimlerde tek başına iktidar olunca, siyaseten ülkeyi ikiye bölecek
faaliyetlerde bulunmuş. Öyle ki, Vatan Cephesi
kurdurarak, ocaklar, bucaklarla kamplaşmaları köylere, mahallelere ve
evlere sokmuştur.
O
dönem İlkokula giden bir çocuktum. Evimizde radyo olduğundan ve memur olan
babam haberleri kaçırmadığından, ben de dinlerdim. Belleğime bir nevi kazındığı
için unutmamışım.
Rekabet
değil de, bir düşmanlık düzeyine getirilen siyaset, siyasetçilerin
yetersizliğini gösteriyordu.
Merhum
Adnan Menderes’in söylemlerini radyodan kulaklarımla duymuştum. Halka hitap
ederken, “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz.” Başka bir
konuşmasında, “İstesem odun bile seçtirir, meclise sokarım” sözleri toplumun
değeryargılarıyla çelişiyor ve olay noktasında şımarıklığa yol açıyordu.
Siyasilerin ne oldum havasına kapılarak, ülkeyi kamplaştırıcı ve ayrıştırıcı
siyaset yaparak, zarar verdiklerinin bilincinde değillerdi. Beklenen olgunluk
gösterilseydi, ne ihtilâl olurdu, ne de darbeler.
Astığı
astık, kestiği kestik zihniyetinden vazgeçmeyen Demokrat Parti iktidarı giderek
ülkede gerginlik ve huzursuzluk yaratıyordu. Atatürk’ün devrimlerine uyulmuyor,
tam bağımsızlık yolundan sapılıyor ve ülke kaosa sürükleniyordu. Muhalif olan
gazeteciler içeri tıkılıyor, muhalif siyasetçilere iftiralar atılıyor, ülke
Amerikan Emperyalizminin kucağına
oturtuluyordu. Beş yıllık kalkınma planları kaldırılıyor, “bize plan
değil, pilav lazım” deniyor, sanayide montaj dönemine geçiliyordu. Aydın kesim
ve üniversite gençliği, ardından giderek yoksullaşan köylü huzursuz ve
tedirgindi. Yer yer yapılan protestolar kanlı bastırılıyordu. Bu kötü gidiş ve
tablo ister istemez orduya da yansıyordu. Ordu da yasalarla kendisine verilen
bu görevi uygulamak zorunda kalıyordu.
Ben
27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesini bir ihtilâl olarak değerlendiriyorum. Bir
nevi cumhuriyeti koruma refleksiydi.Halkın büyük bir çoğunluğu artık kötü
gidişin farkına varmıştı. Siyasiler de çekişmeyi kin ve nefret boyutuna taşımıştı. Birilerin
bu kötü gidişe dur demesi gerekirdi. Gençlik, köylü ve asker el ele gibiydi.
Kan dökülmedi, iyi bir anayasa yapıldı. Topluma geniş anayasal özgürlükler
verildi. Bu sayede ilerlemeler sağlandı. Eğer bu bir darbe olmuş olsaydı,
komşumuz Yunanistan’da ve İspanya’da olduğu gibi asker uzun yıllar iktidarda
kalırdı. Bu yapılmadan, ordu kısa sürede kışlasına çekildi. Buraya kadar
iyiydi.
Yapılan
idamlar yanlıştı. İdamlar yapılmasaydı ve bu insanlar tekrar kısa sürede
siyasete dönselerdi, eminim ki hatalarını anlayıp, demokrasiye hizmet
edeceklerdi. Siyaset kan davasına dönüşmeden her şey kendi normal mecrasına
otururdu ve sonraki askeri darbeler de yaşanmamış olurdu.
27
Mayıs ihtilâlinden sonraki darbeler rövanş ve öç alma darbeleriydi. Bir
nevi 27 Mayıs’ın aksine solun önünü
kesmek ve sosyalizme geçit vermemek içindi. 12 Mart 1971 Mıhtırasıyla sol kesime
Amerika’nın desteğiyle büyük bir darbe vuruldu. Elini kana bulamamış üç
üniversite öğrencisini bedel olarak haksız yere astılar. Bununla kalmayıp,
binlerce insanı işkencelerden geçirip, zindanlarda çürüttüler. Yetmedi,
akabinde on yıl sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle daha büyük acılar yaşatıldı ve
“bu ülkeye boldur” dedikleri 1961 Anayasasını tamamen değiştirdiler. Haksız
yere bir çok genç insan idam edildi. Öyle ki, yaşı küçük olan bir çocuğu sırf
ibret olsun diye yaşı büyütülerek idam edildi. Topluma acılar yaşatıldı. Neredeyse bir nesil yok edildi ve toplum
depolitize edildi. Bu darbeyi yapan baş aktörlerden bazılar hâla hayattadırlar
ve ne yazık ki kimse hesap soramamaktadır. Aslında oynanan oyun cumhuriyete
karşı bir rövanş oyunuydu. Başardılar ve bugünlere kadar taşıdılar.
Bu
tablo karşısında asker kendinde vesayet yetkisi gördü. Olur olmaz bahanelerle
müdahalelere yeltendi. Siyasiler de bu tablo karşısında ortak irade gösterip,
yasal düzenlemeleri yapmadılar, İç Hizmet Kanununu değiştirmediler. Tek başına
iktidar olup, ellerine fırsat geçirenler de bundan nemalanıp, darbecilerden,
yani darbe yapanlardan hesap sormadılar. Hatta siyasetlerini o zihniyetin
siyaseti üzerine oturttular.
Bu
tablo karşısında dış güçler de devreye girince ordu bir noktada şamar oğlanına
dönüştürüldü. Darbeler ve anti darbeler birbirini kovaladı. Örneğin AKP
iktidarı 2007 seçimlerine beş kala 28 Nisan e- muhtırasını dönemin Genel Kurmay
Başkanına verdirterek, mağdur rolünü oynayarak, oylarını yükseltip, tekrar tek
başına iktidar olmayı başarmıştır. Bu ara ordu yıpranmış, oyunlarına alet
edilmiş umurlarında mıydı. Hızlarını alamadılar, orduyla, askerle oynamaya
başladılar. Oyunlarına alet olmayan onurlu bazı askerlerle uğraşıp, çoğu sanal olarak
hazırlanmış, henüz darbe hazırlığı olup olmadığı bilinmeyen Balyoz, Ergenekon
ve benzeri senaryoları darbe olarak niteleyip, 4-5 yıldır yüzlerce asker,
gazeteci, bilim adamı ve sivil, tutuklu sıfatıyla özgürlükleri adeta gasp
edilip, linç edilmektedirler. Ne hikmetse o dönemin kuvvet komutanlarını
himayelerine alıp, zırhlı araçlarla korumaktadırlar.
12
Eylül 1980 darbesinin ürünü olan Devlet
Güvenlik Mahkemelerinin devamı sayılan Özel Yetkili Mahkemeler tamamen siyasetin
emrinde olup, 300- 400 duruşmalarla bir türlü sonuçlandırılmayıp, yılan
hikâyesine çevrilerek ve buna göre de yeniden Anayasal değişiklikle dizayn
edilen hukuk sistemi, içinden çıkılmaz bir hale getirilmiş, adalet kavramı
zedelenerek büyük yaralar almıştır.
Demokrasi
kin, intikam ve nefret duygularıyla gelişmez ve yerleşmez. Bireysel ve zümresel
egoları tatmin yoluna sapılırsa demokrasiden uzaklaşılır. Gördüğüm kadarıyla
şimdiye kadar sol partilerin dışında bu olgunluk sergilenmedi. Merkez sağda
biraz emareleri görüldüyse de ses getirmedi. Tek başına iktidar olan sağ
partiler toplumun inanç dokusunu ve laikliği istismar ederek, siyasete alet
etmeyi başarmışlardır.
Mustafa
Kemal öç ve intikam güdüsüyle hareket etmiş olsaydı, cumhuriyet bu günlere
kadar ulaşamaz ve kurumlaşamazdı. Osmanlı Hükümeti Mustafa Kemal alehinde,
işkal güçleriyle birlikte yapmadıkları entrika kalmamış ve hakkında idam kararı
bile almışlardır. O ne yaptır, hanedan mensuplarının hiç birini ne hapse
atmıştır, ne de astırmıştır. Kendi tercihleri doğrultusunda, yurt dışında
yaşama olanakları verilmiştir. Aksi yapılmış olsaydı, on yıla varmadan saltanat
ve hilafet geri gelirdi.
Daha
Kurtuluş Savaşına başlamadan halkıyla bütünleşip, bir avuç beyin kadrosuyla,
içerde hainlerle, dışarıda istilacı emperyalistlerle ölüm- kalım mücadelesi
verip, kurtuluş ve istiklâl mücadelesini başarmış, bununla da kalmayıp, her
dalda kalkınma ve ilerleme seferberliği içeren devrimler yapılmıştır.
Gelelim
özel konumu olan, “Post modern darbe” olarak nitelenen 28 Şubat sürecine. O
süreçten önce Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve bazı
milletvekilleri ile bazı belediye başkanları yasaları ve laiklik ilkesini çiğneyerek aleni şeriat söylemlerinde ve
eylemlerinde bulunuyorlardı. Hatta Erbakan sivil darbe imalarında bulunarak,
“Kanlı mı olacak, kansız mı olacak. Olursa fıstık gibi olacak” gibi tahrik
edici, toplumu huzursuz ve tedirgin edici demeçleri askeri teyakkuz durumuna
geçiriyordu. Kaldı ki bu süreçte alınan kararlar, yasalar çerçevesinde Milli Güvenlik
Kurulunun Hükümete tavsiye niteliğinde aldığı
kararlardır. Uygulamayı mevcut hükümet yapmıştır.
Doğru Yol Partisi ve Refah Partisi Koalisyonun
ikinci sürecinde, Erbakan Başbakan iken bazı tutum ve davranışları hem toplumda
ve hem de orduda tedirginlik yaratıyordu. “Balans ayarı” tabir edilen sürecin
başlaması, Sincan Belediye Başkanının eylemleri fitili ateşliyordu. Asker de
kendince bir yol bulmuştu. Direk müdahale yerine, endirekt yöntemler
kullanıyordu ve isteklerini tekrar siyasilere yaptırıyordu.
Aslında
sol kesim, sosyalist kesim ne darbe istiyor, ne askeri müdahale istiyor, ne
askeri vesayet istiyor, ne de sivil vesayet. İstedikleri tam bağımsızlık ve
demokrasidir. Ne yazık ki sağ kesim, hele özellikle inançları siyasetle iç içe
gören kesim hâla o olgunluğa ulaşmış değildir. Şimdilik askeri vesayet yok gibi. Bu kötü gidiş devam ederse, ilerine
neler olur bilemeyiz. Vesayetin birini kaldırırken, yerine kendi vesayetini
daha acımasızca koyarsan, daha acımasız vesayetlere davetiye çıkarmış olacaksın.
“İleri demokrasi” deyip, sadece kendi pencerenden bakarsan, ne demokrasi gelir,
ne de vesayetler biter. Böyle kısır döngüler içinde ne sosyal gelişme sağlanır,
ne de iktisadi gelişmeler.
Gelişmiş
ülkelerde demokrasi kavramı o kadar çok gelişip, ilerlemiş ki, oranları ne kadar düşük olursa olsun, en
küçük bir azınlık veya en küçük bir kültürel farklılık olsun hakları asla ihlal
edilmez. Bizde öyle mi. Yüzde kırk, kırk beş oranında oy alıp, tek başına
iktidar olan bir parti kendini her şeyin mutlak hakimi görür. Yüzde elli ve
daha fazla kesimi hiçe sayar. Hak gaspına ve ihlaline yol açar. Durum böyle
olunca, öç alma ve intikam güdüleri bir türlü son bulmaz. Bu tablo karşısında
demokrasiden, hukuktan ve ilerlemeden uzak olduğumuzu söylemeye dilim varmasa
da gerçek maalesef bu noktada.
O
halde bu gidişi tersine çevirmek, gelişim sürecini hızlandırmak için duyarlı ve
bilinçli insanların çok çalışıp, çok emek harcamaları gerekiyor. Bunun için de
bireysel hırslarımızdan, kişisel çıkarlarımızdan vazgeçip, durmaksızın
çalışmalıyız. Bir nevi yeniden kurtuluş savaşına başlamalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder