15 Kasım 2012 Perşembe





                27 MAYIS İHTİLÂL Mİ, DARBE Mİ?
Ülkemizde “okumadan fikir sahibi olmak” çok yaygın. Ön yargıların esiri olan bir toplum daima ucuz, emeksiz bilgi peşinde koşar. Tarihi gerçekleri, hem de yakın tarihi gerçekleri okuyup, değerlendirmek için ne tarihçi olmayı gerektirir, ne de üniversite mezunu olmayı.

27 Mayıs’ın ruhunu anlamak için,  Demokrat Parti dönemini ve yaptıklarını iyi irdelemek gerekir. İkinci Dünya Savaşı bitiminde, Türkiye’de erken de olsa  tek parti dönemi kapatılmış, çok partili döneme geçilmiştir. Her ne kadar otuzlu yıllarda Atatürk’ün talimatıyla denendiyse de, toplum daha buna hazır olmadığından, kısa bir süre sonra parti kendini fesetti.

Savaş sonrası Avrupa’da coğrafyalar değişmiştir. Savaş yüzünden Türkiye’de de on yıla yakın yatırımlar durmuş, savaş olasılığı yüzünden zorunlu stoklar yapılmış. İsmet İnönü dehasıyla ülke savaşa sokulmamış, acılar yaşanmamış ama, halk sıkıntılar çekmiştir.

Demokrat Parti seçimlerde tek başına iktidar olunca, siyaseten ülkeyi ikiye bölecek faaliyetlerde bulunmuş. Öyle ki, Vatan Cephesi  kurdurarak, ocaklar, bucaklarla kamplaşmaları köylere, mahallelere ve evlere sokmuştur.

O dönem İlkokula giden bir çocuktum. Evimizde radyo olduğundan ve memur olan babam haberleri kaçırmadığından, ben de dinlerdim. Belleğime bir nevi kazındığı için unutmamışım.

Rekabet değil de, bir düşmanlık düzeyine getirilen siyaset, siyasetçilerin yetersizliğini gösteriyordu.

Merhum Adnan Menderes’in söylemlerini radyodan kulaklarımla duymuştum. Halka hitap ederken, “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz.” Başka bir konuşmasında, “İstesem odun bile seçtirir, meclise sokarım” sözleri toplumun değeryargılarıyla çelişiyor ve olay noktasında şımarıklığa yol açıyordu. Siyasilerin ne oldum havasına kapılarak, ülkeyi kamplaştırıcı ve ayrıştırıcı siyaset yaparak, zarar verdiklerinin bilincinde değillerdi. Beklenen olgunluk gösterilseydi, ne ihtilâl olurdu, ne de darbeler.

Astığı astık, kestiği kestik zihniyetinden vazgeçmeyen Demokrat Parti iktidarı giderek ülkede gerginlik ve huzursuzluk yaratıyordu. Atatürk’ün devrimlerine uyulmuyor, tam bağımsızlık yolundan sapılıyor ve ülke kaosa sürükleniyordu. Muhalif olan gazeteciler içeri tıkılıyor, muhalif siyasetçilere iftiralar atılıyor, ülke Amerikan Emperyalizminin kucağına  oturtuluyordu. Beş yıllık kalkınma planları kaldırılıyor, “bize plan değil, pilav lazım” deniyor, sanayide montaj dönemine geçiliyordu. Aydın kesim ve üniversite gençliği, ardından giderek yoksullaşan köylü huzursuz ve tedirgindi. Yer yer yapılan protestolar kanlı bastırılıyordu. Bu kötü gidiş ve tablo ister istemez orduya da yansıyordu. Ordu da yasalarla kendisine verilen bu görevi uygulamak zorunda kalıyordu.

Ben 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesini bir ihtilâl olarak değerlendiriyorum. Bir nevi cumhuriyeti koruma refleksiydi.Halkın büyük bir çoğunluğu artık kötü gidişin farkına varmıştı. Siyasiler de çekişmeyi  kin ve nefret boyutuna taşımıştı. Birilerin bu kötü gidişe dur demesi gerekirdi. Gençlik, köylü ve asker el ele gibiydi. Kan dökülmedi, iyi bir anayasa yapıldı. Topluma geniş anayasal özgürlükler verildi. Bu sayede ilerlemeler sağlandı. Eğer bu bir darbe olmuş olsaydı, komşumuz Yunanistan’da ve İspanya’da olduğu gibi asker uzun yıllar iktidarda kalırdı. Bu yapılmadan, ordu kısa sürede kışlasına çekildi. Buraya kadar iyiydi.

Yapılan idamlar yanlıştı. İdamlar yapılmasaydı ve bu insanlar tekrar kısa sürede siyasete dönselerdi, eminim ki hatalarını anlayıp, demokrasiye hizmet edeceklerdi. Siyaset kan davasına dönüşmeden her şey kendi normal mecrasına otururdu ve sonraki askeri darbeler de yaşanmamış olurdu.

27 Mayıs ihtilâlinden sonraki darbeler rövanş ve öç alma darbeleriydi. Bir nevi  27 Mayıs’ın aksine solun önünü kesmek ve sosyalizme geçit vermemek içindi.  12 Mart 1971 Mıhtırasıyla sol kesime Amerika’nın desteğiyle büyük bir darbe vuruldu. Elini kana bulamamış üç üniversite öğrencisini bedel olarak haksız yere astılar. Bununla kalmayıp, binlerce insanı işkencelerden geçirip, zindanlarda çürüttüler. Yetmedi, akabinde on yıl sonra 12 Eylül 1980 darbesiyle daha büyük acılar yaşatıldı ve “bu ülkeye boldur” dedikleri 1961 Anayasasını tamamen değiştirdiler. Haksız yere bir çok genç insan idam edildi. Öyle ki, yaşı küçük olan bir çocuğu sırf ibret olsun diye yaşı büyütülerek idam edildi. Topluma acılar yaşatıldı.   Neredeyse bir nesil yok edildi ve toplum depolitize edildi. Bu darbeyi yapan baş aktörlerden bazılar hâla hayattadırlar ve ne yazık ki kimse hesap soramamaktadır. Aslında oynanan oyun cumhuriyete karşı bir rövanş oyunuydu. Başardılar ve bugünlere kadar taşıdılar.

Bu tablo karşısında asker kendinde vesayet yetkisi gördü. Olur olmaz bahanelerle müdahalelere yeltendi. Siyasiler de bu tablo karşısında ortak irade gösterip, yasal düzenlemeleri yapmadılar, İç Hizmet Kanununu değiştirmediler. Tek başına iktidar olup, ellerine fırsat geçirenler de bundan nemalanıp, darbecilerden, yani darbe yapanlardan hesap sormadılar. Hatta siyasetlerini o zihniyetin siyaseti üzerine oturttular.

Bu tablo karşısında dış güçler de devreye girince ordu bir noktada şamar oğlanına dönüştürüldü. Darbeler ve anti darbeler birbirini kovaladı. Örneğin AKP iktidarı 2007 seçimlerine beş kala 28 Nisan e- muhtırasını dönemin Genel Kurmay Başkanına verdirterek, mağdur rolünü oynayarak, oylarını yükseltip, tekrar tek başına iktidar olmayı başarmıştır. Bu ara ordu yıpranmış, oyunlarına alet edilmiş umurlarında mıydı. Hızlarını alamadılar, orduyla, askerle oynamaya başladılar. Oyunlarına alet olmayan onurlu bazı askerlerle uğraşıp, çoğu sanal olarak hazırlanmış, henüz darbe hazırlığı olup olmadığı bilinmeyen Balyoz, Ergenekon ve benzeri senaryoları darbe olarak niteleyip, 4-5 yıldır yüzlerce asker, gazeteci, bilim adamı ve sivil, tutuklu sıfatıyla özgürlükleri adeta gasp edilip, linç edilmektedirler. Ne hikmetse o dönemin kuvvet komutanlarını himayelerine alıp, zırhlı araçlarla korumaktadırlar.

12 Eylül 1980 darbesinin  ürünü olan Devlet Güvenlik Mahkemelerinin devamı sayılan Özel Yetkili Mahkemeler tamamen siyasetin emrinde olup, 300- 400 duruşmalarla bir türlü sonuçlandırılmayıp, yılan hikâyesine çevrilerek ve buna göre de yeniden Anayasal değişiklikle dizayn edilen hukuk sistemi, içinden çıkılmaz bir hale getirilmiş, adalet kavramı zedelenerek büyük yaralar almıştır.

Demokrasi kin, intikam ve nefret duygularıyla gelişmez ve yerleşmez. Bireysel ve zümresel egoları tatmin yoluna sapılırsa demokrasiden uzaklaşılır. Gördüğüm kadarıyla şimdiye kadar sol partilerin dışında bu olgunluk sergilenmedi. Merkez sağda biraz emareleri görüldüyse de ses getirmedi. Tek başına iktidar olan sağ partiler toplumun inanç dokusunu ve laikliği istismar ederek, siyasete alet etmeyi başarmışlardır.

Mustafa Kemal öç ve intikam güdüsüyle hareket etmiş olsaydı, cumhuriyet bu günlere kadar ulaşamaz ve kurumlaşamazdı. Osmanlı Hükümeti Mustafa Kemal alehinde, işkal güçleriyle birlikte yapmadıkları entrika kalmamış ve hakkında idam kararı bile almışlardır. O ne yaptır, hanedan mensuplarının hiç birini ne hapse atmıştır, ne de astırmıştır. Kendi tercihleri doğrultusunda, yurt dışında yaşama olanakları verilmiştir. Aksi yapılmış olsaydı, on yıla varmadan saltanat ve hilafet geri gelirdi.

Daha Kurtuluş Savaşına başlamadan halkıyla bütünleşip, bir avuç beyin kadrosuyla, içerde hainlerle, dışarıda istilacı emperyalistlerle ölüm- kalım mücadelesi verip, kurtuluş ve istiklâl mücadelesini başarmış, bununla da kalmayıp, her dalda kalkınma ve ilerleme seferberliği içeren devrimler yapılmıştır.

Gelelim özel konumu olan, “Post modern darbe” olarak nitelenen 28 Şubat sürecine. O süreçten önce Refah Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan ve bazı milletvekilleri ile bazı belediye başkanları yasaları ve laiklik ilkesini  çiğneyerek aleni şeriat söylemlerinde ve eylemlerinde bulunuyorlardı. Hatta Erbakan sivil darbe imalarında bulunarak, “Kanlı mı olacak, kansız mı olacak. Olursa fıstık gibi olacak” gibi tahrik edici, toplumu huzursuz ve tedirgin edici demeçleri askeri teyakkuz durumuna geçiriyordu. Kaldı ki bu süreçte alınan kararlar, yasalar çerçevesinde Milli Güvenlik Kurulunun Hükümete tavsiye niteliğinde aldığı  kararlardır. Uygulamayı mevcut hükümet yapmıştır.

 Doğru Yol Partisi ve Refah Partisi Koalisyonun ikinci sürecinde, Erbakan Başbakan iken bazı tutum ve davranışları hem toplumda ve hem de orduda tedirginlik yaratıyordu. “Balans ayarı” tabir edilen sürecin başlaması, Sincan Belediye Başkanının eylemleri fitili ateşliyordu. Asker de kendince bir yol bulmuştu. Direk müdahale yerine, endirekt yöntemler kullanıyordu ve isteklerini tekrar siyasilere yaptırıyordu.

Aslında sol kesim, sosyalist kesim ne darbe istiyor, ne askeri müdahale istiyor, ne askeri vesayet istiyor, ne de sivil vesayet. İstedikleri tam bağımsızlık ve demokrasidir. Ne yazık ki sağ kesim, hele özellikle inançları siyasetle iç içe gören kesim hâla o olgunluğa ulaşmış değildir. Şimdilik askeri vesayet  yok gibi. Bu kötü gidiş devam ederse, ilerine neler olur bilemeyiz. Vesayetin birini kaldırırken, yerine kendi vesayetini daha acımasızca koyarsan, daha acımasız vesayetlere davetiye çıkarmış olacaksın. “İleri demokrasi” deyip, sadece kendi pencerenden bakarsan, ne demokrasi gelir, ne de vesayetler biter. Böyle kısır döngüler içinde ne sosyal gelişme sağlanır, ne de iktisadi gelişmeler.

Gelişmiş ülkelerde demokrasi kavramı o kadar çok gelişip, ilerlemiş ki,  oranları ne kadar düşük olursa olsun, en küçük bir azınlık veya en küçük bir kültürel farklılık olsun hakları asla ihlal edilmez. Bizde öyle mi. Yüzde kırk, kırk beş oranında oy alıp, tek başına iktidar olan bir parti kendini her şeyin mutlak hakimi görür. Yüzde elli ve daha fazla kesimi hiçe sayar. Hak gaspına ve ihlaline yol açar. Durum böyle olunca, öç alma ve intikam güdüleri bir türlü son bulmaz. Bu tablo karşısında demokrasiden, hukuktan ve ilerlemeden uzak olduğumuzu söylemeye dilim varmasa da gerçek maalesef bu noktada.

O halde bu gidişi tersine çevirmek, gelişim sürecini hızlandırmak için duyarlı ve bilinçli insanların çok çalışıp, çok emek harcamaları gerekiyor. Bunun için de bireysel hırslarımızdan, kişisel çıkarlarımızdan vazgeçip, durmaksızın çalışmalıyız. Bir nevi yeniden kurtuluş savaşına başlamalıyız.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder